İdeal bir ülke olarak önerilen Platon’un “Devlet” adlı eseri ilk ütopya örneklerinden biri sayılır. Bireyin olmadığı, toplum üyelerinin olduğu bu ülkede aslolan toplumun güvenliğini ve birliğini sağlamaktır ve toplum daha çok bir organizma olarak görülmektedir. Thomas More’un “Ütopya”sı (1516) ideal bir toplumu tarif etme çabası olarak Platon’un Devlet’ine benzese de Devlet’ten farklı olarak sınıfsız bir toplumu tasvir etmektedir. Para ve mülkiyetin olmadığı bu ülkede, her bir yurttaş üretimle meşguldür. More’un yarattığı ütopya, çağının İngiltere’sinin bir eleştirisi olarak da okunabilir. Ütopya sözcüğü daha sonra bir edebi türü ifade etmek için kullanılmaya başlanacaktır.
Campanella’nın 1602 yılında yayınlanan “Güneş Ülkesi”nde kadınlar ve erkekler zanaat ve sanat alanında eğitilirler ve komünün yararı için seçtikleri bir meslekte çalışırlar. Mallar ortaktır ve herkes hak ettiği ya da gereği kadar alır. Herkes yöneticinin istek ve iradesine kendiliğinden uyar. Güneş Ülkesi ile birlikte tek lider karakteri ütopya edebiyatına girmiş olur. Güneş Ülkesi’nden 20 yıl sonra Francis Bacon “Yeni Atlantis”i yayınlar. İnsanlığın mutluluğu için bilimin kullanılmasının ve bilimsel araştırmaların önemini ortaya atan Bacon’ın eseri bir taraftan da bilimsel bilginin yıkıcı amaçlar ile kullanılmasını engellemeyi amaçlar. Kitapta betimlenen bilim kurumu, bazı bilgilerin yöneticiler ile paylaşılmasını engelleyebilecek ölçüde özerktir. 1840 yılında Etienne Cabet tarafından yayınlanan “İkerya’ya Yolculuk”ta, İkarus bütün işleri planlayarak hayatı düzenler. Şehir mimari açıdan da kusursuzdur, mükemmel simetrik ve dairesel ölçüler kullanılmıştır. Devlet, komün içinde yaşayan her yurttaşa eşit miktarda ürün sağlamak zorundadır. İkerya’da mülkiyet yoktur, ancak basın özgürlüğü de yoktur. Uygun görülen eğitimi alan çocuklar erdemli bireyler olarak büyürler. İkerya’da suç, dolayısıyla cezalandırma yoktur.
Yukarıda bazı örnekleri verilen ütopyalara baktığımızda, her birinin kendi dönemlerine bir eleştiri olduğunu ve o dönemin görülen çelişkilerinin aşıldığı ideal ve nihai bir toplum önerisi olduklarını söylemek güç değildir. Modernizm öncesi döneme ait olan bu eserlerde doğal olarak birey hak ve özgürlüklerinin yeri az olup, aslolan toplumun güveni ve sürdürülebilirliğidir. Daha çok büyük bir aile olarak kurgulanan toplumun temelini, üyelerinin üretime katılma ve üretilen zenginlikten eşit oranda pay alma hakkı oluşturur. Bu yıl yitirdiğimiz efsane bilim kurgu yazarı Ursula K. Le Guin’e göre “Thomas More’un Ütopya’sı şimdi ve burada olmayana bir arzuydu ve bir anlamda gökyüzündeki cennetin yeryüzüne indirilmesiydi”(1). Henüz var olmasa da insanın kendi aklı ve iradesi ile yine insan için kuracağı bir dünya tasarımıydı.
“Ütopya ideal bir kentin, siyasal, toplumsal ve dinsel olarak kurgulanmasıdır. Ütopya dünyası genellikle dış dünyadan tamamen kopuk ve ayrı bir konumdadır ve ütopyalar çoğunlukla birer ada-kenttir”(2). Kendi dışı olmayan olarak ütopya bu anlamda mekânsızdır. Ütopyalarda her şey bir şimdiki zamanda olup bitmektedir, geçmiş ve gelecek yoktur, dolayısıyla zaman da yoktur. Mekânsal anlamda bir dışı bulunmayan ütopyanın zamansal anlamda da bir dışı yoktur. Yani ütopyadan çıkış yoktur, herkes ütopyada sonsuza kadar mutluluk içinde yaşayacaktır. Bu yönüyle Ahmedova, ütopyaların totaliter rejimlere benzediğini ve onlara ilham verdiğini söyler(2), ki bu konuda pek de haksız değildir. Yasaları ve kurumları önceden tanımlanmış, eleştiriye ve gelişime kapalı, aşılamayan, kendisinden gidilemeyen, hatta kendi dışı bile olmayan bir toplum totaliterdir. Kişinin kendini gerçekleştirme imkânı olmayan böyle bir toplum neredeyse bir arı kolonisine benzemektedir. Ferdin kendini gerçekleştirmesi, toplumun kendini sürdürmesine kurban edilmiştir.
Bir yeryüzü cenneti ya da doğru bir toplum modeli açısından madalyonun bir yüzü “bir orman gibi kardeşçesine” ise diğer yüzü de “bir ağaç gibi tek ve hür”dür. Bu ikisi birlikte bir yeryüzü cenneti yaratabilirler ancak. Fakat birbirlerinden kopartıldıklarında da toplumu ve bireyi felakete sürükleyebilirler.
İlginçtir ki bu durum genellikle göz ardı edilmiştir. Daha çok 16. ve 17. yüzyıllarda örneklerini veren ütopyalar, totaliter yapılara benzese de olumlu örnekler olarak anlaşılırlar. 20. yüzyıldan itibaren karşımıza çıkan distopya örnekleri ise toplumun kendini sürdürmesi adına başlangıçta rıza gösterilen totaliter sistemlerin ne tür canavarlar doğurabileceğini gözler önüne sermektedir. Son yüzyılda bilim ve teknolojideki baş döndürücü gelişmeler sayesinde, insanın doğa üzerindeki hegemonyasını daha önce olmadığı kadar arttırması ve kitle iletişim araçlarındaki gelişmelerin de yardımıyla totaliter rejimler inşa etmenin çok daha ince yöntemlerini bulması, distopya yazarlarının kaygılarına ilham veren başlıca etmenler olarak düşünülebilir. Distopya yazarlarının yaptıkları bir yönüyle umutsuzluğu büyütmek olarak anlaşılabileceği gibi, diğer bir yönüyle de fırtınalı bir denizde hızla yol alan gemidekilere ufuktaki kayalıkları işaret etmek olarak anlaşılabilir.
Nazım’ın ifadesiyle:
Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm.
Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
Ya dünyamıza inecek ölüm(3).
Le Guin de, ütopya ve distopya arasındaki diyalektik ilişkiye dikkat çeker ve her ütopyanın içinde bir parça distopya bulunduğunu ve her distopyanın da içinde bir ütopya barındırdığını söyler(1). Le Guin’in yarattığı sayısız dünyada bu ikisinin birbiri ile nasıl dans ettiğini görmek ve dinden ekonomiye, cinsiyetten geleneğe pek çok alandaki tezahürlerini izlemek gerçekten baş döndürücüdür. Le Guin genellikle bir ütopya ya da distopya kurma peşinde değildir. Kurduğu sayısız dünyanın her biri kendi iç çelişkilerini taşır. Ütopya denebilecek her toplumsal yapı biraz daha yakından bakıldığında pekâlâ distopya olarak da okunabilir. Betimlenen dünyalar ne tüm çelişkilerin giderildiği ve herkesin mutlu olduğu cennetlerdir, ne de hiçbir umut kırıntısının kalmadığı cehennemlerdir. Birey ve toplum arasındaki çelişki var oldukça, başka başka dünyalar yaratmaya da devam edecektir.
İnsan gibi toplumun inşası da erekbilimsel bir yaklaşım ile mümkündür. Toplumun kendi kemaline duyduğu aşkın bir ifadesi olan ütopyalar da toplumu devindirmede kilit bir rol üstlenir. 16. ve 17. yüzyıl ütopyalarının temel talebi adaletin tesis edilmesidir ve maalesef bu talep hâlâ günceldir ve aşılabilmiş değildir. Her yurttaşın üretime katılması ve üretilenlerin adil bir şekilde bölüştürülmesi bundan sonra yazılacak ütopyaların da ortak noktası olacaktır.
Le Guin, “Omelas’ı Bırakıp Gidenler” adlı kısacık öyküsünde Omelas isimli bir şehri betimler. “İşlerini borsa, reklamlar, gizli polis ve bombalar olmadan gören, mutlu, neşeli, coşkulu, sokaklarda dans eden insanların yaşadığı bir şehir” Omelas(4). Fakat bir kusuru var Omelas’ın. Güzel kamu binalarından birinin bodrumunda küçük ve pis bir odada yaşayan bir çocuk var, günde yarım tas mısır lapası ile beslenen ve dışkısının üzerinde oturan. Suçsuz ama orada yaşamaya mahkûm edilmiş. Omelas’ın tüm insanları onun orada olduğunu biliyor. Hepsi farkındalar ki, “mutlulukları, kentlerinin güzelliği, dostluklarının sıcaklığı, çocuklarının sağlığı, âlimlerinin bilgeliği, zanaatkârlarının ustalığı, hatta hasatlarının bolluğu ve göklerinin berraklığı tümüyle bu çocuğun dayanılmaz sefaletine bağlı”. “Zaman, zaman çocuğu görmeye gelen biri, Omelas’ı geride bırakır, karanlığın içine doğru yürür ve geri gelmez”. Le Guin, “…gittikleri yer çoğumuz için, mutluluk kentinden bile daha zor tahayyül edilebilir bir yerdir. Onu hiç betimleyemem, belki de yoktur. Ama nereye gittiklerini biliyor gibi Omelas’ı bırakıp gidenler.” diye bitirir öyküyü. Omelas’ı bırakıp giden vicdanlı ve nereye gittiğini bilen insanlar kuracaktır yeryüzü cennetini, feragat ve merhametle.

Her dinde ve kültürde doğruluk, adalet, erdem gibi değerlerin azaldığı; adaletsizliğin ve düzensizliğin arttığı dönemlerde gelip evrendeki düzeni yeniden tesis edeceğine inanılan Kalki, Mehdi gibi umudu simgeleyen figürler vardır. Tıpkı Pandora’nın kutusundan en son umudun çıkması gibi, Kalki, Mehdi gibi karakterlerin de kötülüklerin, zahmetlerin ardından, düzen insanoğlunun baş edemeyeceği denli bozulduğunda zuhur edeceğine inanılır. Umut varolduğu sürece insanoğlu distopyaları ütopyalara dönüştürmeye muktedirdir.
Niyazi Mısri, “İsa benim fazlım durur, Mehdi benim adlim durur,” der. Mısri, Mehdi adaletin tesis edilmesidir derken, baş edemeyeceğimizi düşündüğümüz toplumsal çürümenin ve yıkımın ancak adaletin tesis edilmesine yönelik samimi bir çaba ve fazilet ile önlenebileceğini söylemiş olur. Adalet tıpkı bedenlenmeyi bekleyen bir kurtarıcı gibi daima aşkınlıktadır, farklı toplumlarda ve dönemlerde farklı şekillerde içeriklendirilir. Bu yönüyle de hem zaman üstüdür, yani hiç gerçekleşmeyecek olandır, hem de her an yeniden yorumlanmaya ve inşa edilmeye açık ve hazır olandır. Mısri, “Mehdi benim adlim durur” derken bir şey daha yapar ve Mehdi’yi dışımızda biri olmaktan çıkarır ve bizim eylemimizle var olabileceğini, ancak biz adilsek ve adalet için çabalıyorsak gelebileceğini söylemiş olur. Adalet mülkün temelidir ve bu yeryüzü mülkünü ayakta tutar, ama bir yeryüzü cenneti inşa etmeye yetmez. Adalet temeldir ama yeryüzü cennetinin kurulması merhamet, feragat gibi başka faziletlerin varlığı ile mümkündür. Ütopyanın inşası zorunlu olarak insanın da inşasıdır. Yapılır gördüğümüz o şehirde taş ve toprak arasında biz de yapılıyorsak ütopya da kuruluyor demektir.
Tüm çelişkilerin aşıldığı ve geride bırakıldığı cennet tasvirlerinden esinle ütopya tasvirlerimiz de benzer bir donukluk taşır. Pek çok ütopya örneğinde kurumlar, isimler, sayılar her şey bellidir, yerli yerine oturtulmuştur ve devinime kapalıdır, yani uzun vadede çürümeye mahkûmdur. Bizim dışımızda kurulan, kuralları, eni, boyu bizim dışımızda belirlenen, bizim eleştirimize ve müdahalemize kapalı bir yapı ne kadar adil olursa olsun, bir yeryüzü cenneti olmaz ve eninde sonunda bir cendereye dönüşür.
Bengi olanla, zamanda olanın, ilke/idea olarak var olanla, gerçekleşmiş olanın arasındaki ayrım ve diyalektik ilişki doğru anlaşılmadan, yapılacak her ütopya tanımı bizi kaçınılmaz olarak devinimsiz ve mutlak bir sistemi, nihai, tüm toplumlar ve zamanlar için geçerli bir sistem olarak tanımaya çıkarır. Evrenin özü ve temel yasası değişimken, öne sürülen her mutlaklık iddiası yok olup gitmeye mahkûmdur. Ütopyalar, henüz doğmamış olanların henüz tanışılmamış olanların da hakkını ve katkısını gözettiği ölçüde bir yeryüzü cennetinin kurulmasına hizmet edecektir. Son sözü Turgut Uyar’a bırakalım:
biz bir parça acemi bir su yorumcusuyuz
öteden beriden dayanıklılık taşırız durmadan
ellerimiz bir türkü gibi öyle, kendiliğinden
uzun bir gündüzü farkedenlerin en sonuncuyuz
ah büyük tarla, ah büyük deniz, ah büyük çalgı, bil!
senin en son alacağın biçimin sabırlı yontucusuyuz(5).
Kaynakça:
1. Le Guin, Ursula K. No Time to Spare. New York: hmhco, 2017.
2. Ahmedova, Begsoltan. Totatilatarizmin Eleştirisi ve Victor Serge. Ankara: Ankara Üniversitesi – Yüksek Lisans Tezi, 2013.
3. Hikmet, Nazım. Bütün Şiirleri. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2015.
4. Le Guin, Ursula K. Gülün Günlüğü. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1992.
5. Uyar, Turgut. Büyük Saat. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2002.