“[…]Aslında umutla umutsuzluk iç içe yaşar. Umut, umutsuzluğun ürünüdür. Umutsuzluk da umudun bir sonucudur…”
Yılmaz Güney
“İnsana yapılacak en büyük kötülük onu bir umudun içine hapsetmektir.”
J.F. Lyotard
Umut ve umutsuzluk bir döngünün iki ucu mudur? Bu döngü kısır mıdır? Umut bir zan, bir boş bekleyiş midir? Nietzsche’nin de dediği gibi işkenceyi uzatır mı? Ya da Lyotard’ın dediği gibi umut bir hapishaneye dönüşebilir mi? Acaba hepten bırakıvermeli mi umudun ipini? Çocukluktan kalma bir uçurtmayı gökyüzüne salar gibi… Yoksa “Rabbim neylerse güzel eyler” misali, hayırlı olanın önünde sonunda gerçekleşeceğinden “emin” olmak mıdır umudu sabırla ilmek ilmek işleyen?
Ne dersek diyelim ilk bakışta umudun çocuklukla, masumiyetle ve neşe ile bir bağı var. Çocukluğu ne zaman bırakırsak, umudu da o zaman bırakıyoruz… “Büyü”dükçe iç dünyadan çok dış dünyanın “büyü”süne kapılıyoruz. Oysa insan yavrusu umutlu ya da umutsuz olmaz çünkü o umudun kendisidir. Çocuk bizdeki umuda ayna tutar, yaşamı bir yetişkin ciddiyetine kaptırdığımız anlarda bir hayret çığlığı ya da kıkırdamayla iç sesimizi uyandırır. Bu ses bir oyuncak kutusunun en derininde gizlidir bazen, bazen de sıkıca kapanmış bir avuçtan aniden fırlayıverir. Umut ve umutsuzluk arasındaki “gel-git”lerden sıyrılıp biraz “umut ilkesi” üzerine düşünmeye başladığımızda, umudun farklı temsilleri çıkar karşımıza.
Örneğin umut fikrinin mitolojideki temsili pek de çocuksu ve masum değildir. Pandora’nın kutusunda boşuna en dibe saklanmamıştır umut. Meşhur hikâyeyi yeniden yâd edersek, her şey Yarı Tanrı Prometheus’un Olympos’taki ateşi insanlara getirmesiyle başlamıştır. Zeus, Prometheus’u sonsuz bir işkenceyle cezalandırır. Bedeni bir kayaya zincirlenir ve ciğerleri bir kartal tarafından sürekli parçalanır. Bu eylemin nedeni Prometheus’un sakladığı bir “sır”dır. Bu sır, Zeus’un imparatorluğunun “sonsuz olmadığı” sırrıdır. Ateşin çalınması üzerine Zeus insanlardan da intikamını almak istemiş, bunun için bir kadın göndermiştir. Pandora adlı bu figürün bir kadın olması tesadüf olmasa gerek. Zeus asla açmamasını söyleyerek Pandora’ya bir küp verir. Ah o dişil merak! Pandora küpü açar ve tüm kötülükler dünyaya saçılır. Kin, nefret, riya, yalan, kibir… Son anda Pandora küpün kapağını kapatır ve sadece umut küpün içinde saklı kalır…
Ancak kimi kaynaklara göre kutuda kalan şey, “umut” olarak Batı dillerine çevrilse de aslında, Grekçe adıyla “Elpis”tir. Orijinal anlamıyla “Bekleyiş” ve “Zan”. Modern Yunancada kullanılan ‘Elpizo’ fiili de hem ‘ummak, umut etmek’ hem de ‘sanmak’ anlamlarını taşımaktadır. Zeus, insanlara bunu göndermekle, insanları, acaba “öngörü” hasletinden mahrum etmek mi istemiştir? Acaba insan “öngörememek” kurgusu üzerine mi tasarlanmak istenmiştir? Bir bakıma iktidarlar da bunu ister, öngörüsüz insanı tercih eder, öngörüsüz insanı yönetmenin çok kolay olduğunu bilir.(1)
Tam da bu noktada Elpis yani Umut olarak çevrilen bu kavramın, bekleyiş ve zan anlamından hareket ederek Yılmaz Güney’in “Umut” filmine geçiş yapmak istiyorum. Bu geçiş biraz da umut ile umutsuzluğun iç içe geçtiği yer. Nietzsche’nin işkenceyi uzatan umut tanımının, Lyotard’ın bir hapishaneye dönüşen umut kavramının da buradan beslendiği açık. İnsanın içine düştüğü arayış, kaos ve düzen arasındaki sıkışmışlığını anlatan Elpis kavramı Orhan Seyfi Orhon’un “Umut Fakirin Ekmeği” şiiriyle yeni bir boyut kazanıyor sanki…
“Dünya döndükçe
Umut fakirin ekmeği
Ye Memet ye
Ye Memet ye! …”
“Umut Fakirin Ekmeği” şiiri, ister istemez bizi Yılmaz Güney’in Umut (1970) filmindeki Cabbar karakterine götürüyor. Bilindiği gibi usta yönetmen filmin hikâyesini, faytoncu Cabbar’ın ve ailesinin içine düştüğü çıkmazların üzerine bina etmiştir. Atı bir otomobilin çarpması sonucu ölen Cabbar, emeğiyle çalışarak para kazanamayacağını düşünerek, kestirme bir yol arar. Aldığı Milli Piyango biletine de ikramiye çıkmayınca, bu kez defineci olmaya karar verir.
Ancak Umut filmini, sadece piyango veya define gibi kolay para peşinde koşan gariban birinin öyküsü olarak ele alırsak filme haksızlık etmiş oluruz. Bir sinema yorumcusunun () dediği gibi “kendisini” gelecekle değiş tokuş etmekten başka umutları kalmamış insanların, sisteme dahil edilmesinin hikâyesidir anlatılan; define ile simgelenen emek vermeden sahip olmaya çalıştığımız, “rant”, “kolay para” ve tüketim ağırlıklı yaşamın cazibesidir. İnsanın ne ürettiği ile değil de ne tükettiği ile tanımlandığı bir sistem. Filmin finalinde Cabbar’ın ağzından “Bu define değil, yılan” cümlesi dökülür. Çocuklarını ve karısını define uğruna aç, susuz bırakan Cabbar, ellerini gökyüzüne açarak, kuru ve terk edilmiş topraklar üzerinde döner, döner… döner… Artık bilincini kaybetmiştir… Ya da bilinci tamamen kendi üzerine kapanmıştır… Bu son sahne birçok açıdan düşündürücüdür. Sistemi sorgulamaya, insanın doğasındaki itkilerin sistem tarafından nasıl yönetildiğini görmeye bir davettir… En temelde yönetmen bize “umut” kavramının sistem tarafından (tabiri caizse) “hacklenmesi”ni yani “ele geçirilmesini” anlatır. Umut çoktan masumiyetini yitirmiştir. Çünkü umut insanın en kolay istismar edilen zaafıdır.
“Yılanı Tanımak” Ya da Yeniden Umut İlkesine Sahip Çıkmak
Umut sistem tarafından “gasp edildiyse”, meydanı boş mu bırakacağız diye düşünenleri duyar gibiyim. Konuya başka bir açıdan yaklaşmak da mümkün. “Umut fakirin ekmeği” deyimini bilseydi, zannederim ki Ernst Bloch üzerine atlardı diyor Tanıl Bora bir söyleşisinde. Zira Umut İlkesi olarak Bora’nın Türkçeleştirdiği eserinde Bloch, umudun, fakiri, ezileni ‘boş’ hayallerle oyalıyor olsa bile, onun fakirin bir potansiyeli olduğuna dikkat çeker. Ona göre fakir harekete geçecekse, geçirilecekse, o umuda tutunarak geçebilir, geçirilebilir. Fakir, içinde bulunduğu sefaletin öfkesiyle değil de, -yalnızca onunla değil-, daha ziyade umudunun itkisiyle harekete geçtiğinde, bundan “bir şey” çıkabilir – sefaleti de ancak o zaman yenebilir.” (Bkz. Dr. Hakkı Açıkalın: http://www.oocities.org/drhakkiacikalinupto/makcoyyunmit.htm])
Umut filmindeki “define”nin yaşamımızda kolaya kaçtığımız, emek vermeden edinmeyi sandığımız ne varsa onu simgelediği açık; Cabbar da sistemin bize umut diye sunduğu şeyin aslında yeni düzenin “yemi” olduğunu görüyor; fakat bunu idrak etme noktası aynı zamanda bilincini yitirme noktası. Yani umut diye sunulan definenin “yılan” olduğu anlaşılıyor.
Acaba her şeye rağmen umut ilkesine sarılmak gerektiği ifade eden Bloch ne kast ediyor? Umudu yeniden geri kazanmak için yani “ele geçirilmiş” olan umudu yeniden yeşertmek için böyle bir idrake mi ihtiyaç var? Başka bir yorumcunun deyişiyle belki de “Umudumuz yeniden yeşerebilir, çünkü yılanı tanımış oluruz”.()
Bu aşamada Bloch’un umut kavramının Grekçe kökendeki “elpizo” kelimesinin başka bir yönünü harekete geçirdiği söylenebilir. Bu da Hıristiyan kaynaklara göre “İyinin önünde sonunda galip geleceğinden emin olmak” anlamıdır. () Bana kalırsa söz konusu anlam bizi sıradan ve pasifize edici bir “kurtarıcı” bekleyişine götürmemeli. Belki de Arapça kaynaklarda karşımıza çıkan inanmak ve emin olmak arasındaki anlam bağları bize bu konuda yardımcı olabilir. İman etmek, güvende olmak, korkudan emin olmak anlamını içermektedir. Eğer bu açıdan ele alırsak umudun, emin olma üzerinden insanın cesaret kaynağı olduğunu da söyleyebiliriz.
Tarihsel anlamda modern zamanları paylaşan bireyler olarak “yılanı tanıma” hepimizin yaşamında önemli bir durak. Yılanla karşılaşma, umudun masumiyetini yitirdiği yer… Yılanı idrak etmek ise kıvrıla kıvrıla bizi sürükleyen sistemin “ödül” diye sunduklarının bir anda farkına varmak gibi. Bu akışta sürüklenmek de var… sürünmek de…öze güvenip cesaretle, neşe ile emek vermeye devam etmek de… Yolumuz açık olsun…